26 Ekim 2021 Salı

BİLMEMEK ÜZERİNE

    Ansızın kaybetmenin verdiği şaşkınlığı üzerimden atamamanın getirdiği sarhoşluğu nasıl tarif etsem?

    Bilincin tüm kayışlarını koparırcasına atmak istemem bunun yüzünden mi? Yahut neyin davasını güdüyorum da zihin boşluklarım bile bu kadar acıyabiliyor? Acıya dayanamıyorum artık. Salt bilincin kökünü kazımak istiyorum. Başa çıkamıyorum. Farkında olmak istemiyorum. 

    Küçük bir dünya istiyorum. İçinde yalnız dinginlik olsun. Tüm arzularımdan soyutlanmak istiyorum. Beni felakete sürüklemiş tüm insani arzularımdan, duygularımdan iğreniyor gibiyim. Belki de kızgın ve kırgınım bilmiyorum. 

    Kendimi boşa kürek çekiyorcasına zavallı ve umutsuz hissediyorum. Hani bir umuttu yaşamak? Yaşamanın getirdiği umudu bile istemiyorum. 

    Zincirlenmiş hissediyorum. Zincirlerim pas tutmuş bile. Uzun zamandır buralardaymışım ama ben yeni farketmişim. Aldatılmış hissediyorum. Boşverilmiş. Evet... Kesinlikle doğru tabir bu olmalı. Boşverilmiş.

    Mutlak yokluk istiyorum yahut sonsuz dinginlik. Belki mutlak yokluk da sonsuz dinginliğe eşdeğerdir. Bilmiyorum. 

    Gitgide kopuyorum. Koptuğumu hissederken kendime kızıyorum. Belki de nankörlük ediyorum. Bilmiyorum. 

    Affedilmek istiyorum. Ben zaten affediyorum. Farkedilmek istiyorum. Farkedilmek ama farketmemek.

    Bitkinin sakinliğini istiyorum. Onun güneşini, suyunu, avunmak istiyorum belki de. 
    Bilmiyorum.

16 Ağustos 2020 Pazar

EROZYON

     Erozyon nedir? Coğrafya terimiyle kullanırsak toprağın faydalı bölümlerinin çeşitli sebeplerden dolayı kayba uğramasıdır, toprağın çoraklaşması, verimsizleşmesidir değil mi? Evet dediğinizi duyar gibiyim. Peki erozyon kelimesini sosyolojik olarak toplum için kullanamaz mıyız? Bence gayet de kullanabiliriz. 

    Çevrenize bakın. Gördünüz mü? Evet gördünüz... Biliyorum saklamanıza gerek yok. Siz de bu erozyonu fazlasıyla farkındasınız. Nedir peki toplumsal erozyon? Ben buna insanların gittikçe kalitesizleşmesi, verimsizleşmesi, ne olduğu belirsiz bir güruh oluşturması diyorum. Farketmiyor musunuz? Birkaç basit örnek vermem gerekirse; insan ilişkilerindeki saygı gittikçe yok oluyor, insanlar artık en ufak sebepten rutin bir olaymış gibi cinayet işleyebiliyor, farkındalık sahibi az bir kısım hariç insanlar sosyal medya denilen sanal düzlemlerde ''boy gösterme'' kaygısı güdüyor, kimsenin kimseye en ufak tahammülü kalmamış, uzlaşma yerine herkes benim dediğim olsun istiyor, kendi aptal egolarının meyvelerini yemeyi tercih ediyorlar. 

   Yukarıda sosyal medya ile ilgili bir cümle vardı. o cümleyle ilgili olarak şöyle bir ek açıklama getirme ihtiyacı hissettim. Elbette sözüm tüm sosyal medya kullanıcılarına değil. Yanlış anlaşılmasın. Benim olumsuz eleştirim amacı bu yönde olanlara. Örneğin meyve bıçağı çok kullanışlı bir alettir. Meyveleri düzgün parçalara bölmeye, soymaya ve yemeye hazır hale getirmeye yarar. Fakat siz bu faydalı alet ile cinayet de işleyebilirsiniz. Yani bu biraz da sizin bakış açınızla ve o kavramı hangi amaç doğrultusunda kullanmak istediğinize bağlıdır. 

    İnsanlar hayat amaçlarını maddi düzlemlere indirgemiş bir vaziyette. Bazı değerlerin içi boşaltılmış. Kim neyi savunuyor belli değil. Büyük sanatçı, ozan Barış Manço'nun deyimiyle ''Haklı haksız birbirine karışmış.'' Düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı hakim. Laçka ilişkiler, sorgulamama, sentezleyememe hat safhada. Karşıt görüşlere kimsenin tahammülü yok. Sürekli bir benlik kavgası... 

    Elbette zaman denilen bilinmeyene giden süreç içerisinde değişim kaçınılmazdır. Bunu ben de farkındayım. Ancak her değişim bir gelişim midir? İşte önemli olan nokta bu. Biz gelişmiyoruz sevgili okur. Bunu sadece kendi ülkemin toplumunu hedef tahtası yaparak söylemiyorum. Tüm dünya, insanlık adına konuşuyorum. 

    Gelişmiyoruz. Değişiyoruz ama gelişmiyoruz. Evet belki teknoloji anlamında dünya son yirmi yılda dijital bir devrim yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Dünya globalleşiyor. Her şey elimizin altında. Maddi kavramlar açısından son derece geliştik ve gelişmeye devam ediyoruz. Peki manevi kavramlar noktasına bu işin neresindeyiz? 

    Şöyle bir genele bakın. Maddi anlamda her şeye sahip insanlar yeri geliyor büyük bir mutsuzluk girdabına yakalanabiliyor. Maddiyat diyorum ama bunu sadece para olarak algılamayın. Eşya olarak algılayın. Kendimizi ne olduğu belirsiz robotlara dönüştürüyoruz. Her şeyi değersizleştiriyoruz ve bunun neticesinde de manevi bir açlık çekiyoruz. Nihilizmin sonsuz sessizlik vadeden karanlık kucağında buluyoruz kendimizi. 

    İşte tüm bu anlattıklarım bana göre toplumsal bir erozyon dalgası. Verimsizleşiyor insanlık. Çoraklaşıyor. Meyve veremiyor. Bırakın meyveyi, var olan ağaçları kuruyor, ölüyor. Ölüyoruz. İnsan ömrü fizyolojik anlamda uzasa da psikolojik olarak kısalıyor ve ölüyor. 

    Peki mutluluk nerede? Sosyal medyada mı? Tomar tomar parada mı? Statü vasıtası bir meslekte mi? Nerede? Aslında mutluluk görmesini bilen için huzurla içilebilen bir fincan kahvede saklı...

1 Ağustos 2020 Cumartesi

PENCERE

    Kulağına eskimiş pencerenin açılıp kapanırken keman gıcırtısına benzer, yürek burkan, iç kemiren tıkırtısı gelmeye başlamıştı gene. Demek ki rüzgar çıktı diye düşündü. 
    
    Severdi rüzgarı. Rüzgarda uçuşan uzun, bakımsız saçları kalbindeki dağınıklığı hatırlatıyordu ona. Dağınıktı, dağılmıştı. Toparlayamıyordu parçalarını. Kırıktı. Küskündü. 
    
    Kalktı, pencereye doğru yürüdü. Dışarı baktı. Uçuşan ağaç yapraklarını seyretti, iç geçirdi. İçeri girdi. Uyanmıştı. 
    
    Kahve yapmalıydı. En iyi dostu gibi olan bir fincan kahve ona her şeyi unuttururdu. Mutfağa geçti, iki fincan kahve hazırladı. Doldurup pencereye geri döndü. Sallanan sandalyesine oturdu. Bir yandan kahvesini yudumlarken bir yandan da ağaç yapraklarını seyretmeye devam etti. 
    
    Nasıl da sallanıyorlardı. Rüzgarın yönüne doğru uçuşuyorlardı. Kimi taptaze bir yaprakken rüzgarın şiddetinden kopuyor savruluyordu. Kimi zaten solmuş, kahverengi cansız bir parçaya dönüşmüş;  uçuşuyordu. 
    
    Hayat da böyle değil miydi? Rüzgarın şiddeti kimini taptaze bir yaprakken koparır kimini de bir sonbahar metaforu haline getirirdi. 
    
    Düşündü... Ağacı, yaprakları, kökleri düşündü. Rüzgarı düşündü. Pencerenin tıkırtısı çoğalmıştı. Rüzgar şiddetlenmiş olacak ki bu tıkırtı zangırdamaya dönüştü. 
    
    Kalktı, perdeyi örttü. En iyisi biraz daha uzanayım dedi. Uzandı. Gözleri ağırlaşmaya başladı. Vücudu titrerken gözünün önüne demin seyrettiği ağacın hayali geldi. Kopan yaprakları hatırladı Şiddetlenen zangırdama sesi kendini ince bir tıkırtıya, ardından hafif bir gıcırtıya bıraktı. Derken sustu... 
    
    Rüzgar durmuştu.   

GÖRSEL TEKNOLOJİ VE ZAMANSAL ÇIKARIMLAR

    Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle birlikte eski filmler, videolar, fotoğraflar da restore edilir oldu. Artık bu zaman tanıkları daha dün çekilmiş gibi hissettirebiliyor. 50 yıl önce çekilen bir kayıt sanki biraz önce çekilmiş gibi canlı, üzerindeki ölü toprağı kalkmış, duru bir şekilde izleyicisine göz kırpıyor.                   
    Geleceğim nokta şu. Eskiden yani bundan 20, 25 yıl önce, henüz eski kayıtları bu denli restore etme olanakları bu kadar sık kullanılmıyorken, eski bir videoya baktığınızda yahut eski bir filme, o dönem ile yaşadığınız dönem arasında bariz, hissedilir bir çizginin olduğunu düşünebilirdiniz. Yani en azından hissedebilirdiniz. 
    
    Siyah beyaz filmler, renkli de olsa soluk fotoğraflar, silik, çizgili videolar bizlere hep eski olduklarını, eskide kaldıklarını, belki o kayıtlardaki insanların bizden çok farklı olduklarını bilinçaltımıza kazırlardı. 

    Farklı derken, çağ olarak, zaman olarak, bizim onlardan çok önde olduğumuz, geliştiğimiz (!) izlenimine kaptırırlardı bizi. Ancak günümüz teknolojisi bu eski kayıtları yeniliyorken, daha dün çekilmiş gibi, canlı kılıyorken, bilinçaltımıza yerleşmiş bu eski düşünceyi de sarsıyor. 
    
    Bakıyorsunuz ki aslında 50 yıl önce de işleyiş aynı işleyiş, süreç aynı süreç, döngü aynı döngü. Yani elbet bunu biliyoruz ama bu yenilenen materyaller bize bunu görsel olarak da sunuyor. Hele o renklendirilen siyah beyaz videolar... Yüz küsur yıllık bir videoya denk geliyorsunuz, bakıyorsunuz renklendirilmiş ve o insanlar yanınızda gibi. 
    
    Hâlâ yaşıyor gibi... Daha dün gibi... Daha bir sarsıyor sizi bu durum. Eskiden hissettiğiniz o bariz çizgi aslında yokmuş diyorsunuz. Aslında siz de sürecin bir parçasısınız ve zamanı gelince o kayıtlardaki nice yüz gibi sonsuzluğa uzanacaksınız. Zamanın o tanımsız, bilinmez gücünü daha bir yakından hissettiriyor sizi bu teknoloji. Görsel hafızanızı uyarıp bilinçaltınızı sarsıyor. 

13 Haziran 2020 Cumartesi

ARAYIŞ

     Gecenin karanlığında dolanırken bomboş sokaklarda, dinledim gecenin sessizliğini. Ilık esen meltem değiyordu tenime. Gömleğim kir, pas içinde. Aynı hayatım gibi. Ne yaptığımı, ne yapmaya çalıştığımı anlayamıyordum. Dönüyordu gözlerim boşlukta. Yol ilerlerken önümde, bakamıyordum artık önüme. Sendeletiyordu hayat. Sahi hayat bu kadar zor muydu? Bu kadar zor olması mı gerekiyordu?
    
    Yürüyemiyordum. Artık hayatın bana sunduğu yolda yürüyemiyordum. Sonuna gelmiştim bu kaosun. Üzerine bastığım kaldırım taşlarının tüm yabancılığını, yabaniliğini ve soğukluğunu yalnız ve karanlık ruhumun derinlerinde hissederken ufak bir ürperti geliyordu içime. Ürperiyordum...
    
    Gecenin herkesi örten bu karanlık ışığında bir yol bulmaya çalışıyordum. Karanlıktan ışık çıkarabilir miydim? Evet soruyorum karanlıktan ışık çıkabilir miydi? Hep mi karanlıktı her şey? Durdum. Dinledim. Baktım. Anlamaya çalıştım. Sokak lambası aydınlatıyordu şimdi önümü. Yalancı bir aydınlıktı bu. Karanlığımı yenemiyordu. Yenemiyordum. Derken biraz daha yürüdüm. Nereye gidiyordum?
    
    Ben neredeyim? Herkes nerede? Nereye gittiniz? Aklımla oynayıp, ruhumu çalıp nereye gittiniz? NEREYE? Bağırırken buldum kendimi. Gecenin içinde tüm bu ıssızlığa, karanlığa meydan okurcasına bağırıyordum. Al işte, al beni kararttın, ruhumu kararttın, senden daha çok karanlığım artık. Tüm karanlık yüzlerinin canı cehenneme! 
    
   Önümü göremiyordum. Her yer kararıyordu. Karardı... Karardı... Milyon kere karardı... Sonsuz bir siyahlık... Tüm ruhumu kuşattı... Sonsuzluğa uçtum... Sokaklar karanlığa gömüldü, ben kaldırıma uzandım... 

5 Haziran 2020 Cuma

BİLGİLİ Mİ BİLGE Mİ?

   Bilmek nedir? İnsan denen canlı bilgiye nasıl ulaşır? Bilginin doğası nedir? Sahip olduğumuz beş duyu ile her bilgiye ulaşabilmemiz mümkün müdür? Yaşadığımız üç boyutlu dünya tüm bilginin tek kaynağı mıdır? Bu sorular çoğaltılabilir. Peki bilgi sahibi olmak, bilgili olmak, bilge bir birey olmak için yeterli midir? Olaylar karşısında nasıl davranacağımızı belirleyen en temel koşul bilgili olmak mıdır? 
    
    Elbette etkisi vardır ancak tüm cevabın tamamıyla evet olduğunu sanmıyorum. Bilgili olmak, bilgeliğe göre daha nicel bir kavram sanki. Niteliklerimizi oluşturmada yetersiz kalıyor. Bizi nitelikli yapacak olan ise daha nitel bir kavram olduğunu düşündüğüm bilgeliktir. Bilge bir insan bilgiyi düşünce imbiğinden yavaş yavaş damıtır. Tüm benliğiyle o bilgiyi özümser. Süzgeçten geçirir. Doğru bilgiye ulaşma ve bu bilgiye ulaşınca bu bilginin davranışlarına nasıl bir etki yapması gerektiğini bilir. Öyle damıtır ve özümser ki artık o bilgi onun bilgeliğiyle bütünleşir. Fark ettiyseniz bilge kişilikler çevremizde pek azdır. Kendi çevrenizi bir gözden geçirin. Kaç kişiye evet çok bilge biri diyebilirsiniz? 

    Ancak ortalama bir insan biraz üzerine giderse bir bilgiyi öğrenebilir. Bilgi dağarcığını geliştirebilir. Elbette kişinin ilgi alanları ve doğuştan sahip olduğu yetenekler ve bireysel farklar (bkz: Gardner'in Çoklu Zeka Teorisi) bilgiyi öğrenme konusunda kişiyi olumlu ya da olumsuz etkileyebilir ancak ben burada genel bir bilgi düzleminden bahsettiğim için konuyu salt bilgi olarak ele aldım. 
    
    Bir insanın bilgeliği yakalayabilmesi için bana göre doğuştan getirdiği bazı ruhsal özelliklerin, basiretinin, sezgilerinin, tecrübelerinin ve mantığının aynı potada eritilmesi gerekir. Bilgelik bir ruhtur. Bir yaşam biçimidir. Hayat karşısındaki tavrımızı, toplum karşısındaki duruşumuzu, fiillerimizi iyi yönde belirleyebilen bir olgudur. Bilgi ancak bilgeliğe hizmet ederse faydalıdır. (Bilge bir bireyin kötü olacağına pek ihtimal vermiyorum ancak çok bilgili bir birey gayet de salt kötülükle dolu olabilir)

   Yani sözün özü bilgelik insanı tekâmül ettiren ruhsal bir süreç, bir yaşayış iken bilgili olmak daha nicel, daha maddi bir kavramdır.

2 Haziran 2020 Salı

SORULAR

   Nerenin başlangıcı bu? Neyin ruhu? Ait olduğum tüm masalsı dünya şimdi nerede? Neredeyim ben? Kimim? Ne yapmaya çalışıyorum? En doğru yol hangisi? Peki yanlışlar nerede? Tüm işleyiş bir düaliteden mi ibaret? Bu işleyişin amacı nedir? Kaos mu? Düzen mi? Aslında kaos gibi görünen tüm bu dinamizmin kendi kendini işleten, fark edemediğimiz bir düzeni mi var? Huzur nerede? Tüm bu  çaba neden? Uğruna çalışıp didindiğimiz, başarı addettiğimiz kurgusal düzlemlerde hayali inşalar yaptığımız, tüm benliğimizi, saydamlıktan ibaret olan bu çöplüğe gömmemizdeki mantık ne? Yaşamak dediğimiz karmaşa bu mu? 

    Mutlu  olmak demek, olması gerekeni yapmak demek, tüm özgürlüğümüzü, sahip olduğumuz en değerli olgulardan olan zamanı, her ay bize verilecek olan bir tomar kağıt parçası için heba etmek demek midir? O bir tomar kağıdın gerçekliği nedir? Getirisi nedir? Götürüsü nedir? Bu nasıl bir çukur ki içinde kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün, leşliğin en kesif kokularını barındırırken, çoğunluğu kendine bu denli çekebilme kabiliyetine sahip? 

    Sevgi ve iyilik nerede? Yaşamın özü olan bu iki gerçek ne oldu da insanlığı bu boyutta terkedebildi? Evet her şey zıddı ile kâim ve zıt kutuplar her zaman var olacak. Var olmak zorunda ki iki kutup da birbirini tanımlayabilsin. Zira bu işleyişin temel yapısı bunun üzerine kurulu. Fakat bu zıtlığın siyah ile gösterilen kutbunun oran olarak bu şekilde artması, üç cümle önceki sorumun da cevabını kendi içinde barındırıyor olsa gerek. Ters orantı. Bu ters orantıyı tersine çevirmek her birimizin yegâne amacı olmalı. 
    
    Soruların arasında kaybolmaya başladığınızda emin olun çıkacağınız iki yol olacak. Tüm bu ilerleyişin kuvvetle muhtemel en doğrusal anlamlarını barındıran iki yol. Sevgi ve iyilik... Yüreğinde sevgi ve iyiliği barındıran, düalitenin aydınlık tarafı nerede? Herkes nereye gitti?