21 Kasım 2019 Perşembe

SIR DOLU BİR FABRİKANIN ÇIKIŞ KAPISI

   Ölümü düşünmek nedir? Bunalımlı bir ruhu mu gösterir? Meraklı bir zihni mi? Sorunlu bir beyni mi? Korkak bir canlıyı mı? Bilmiyorum. Kimisi için bazısı, kimisi için hepsi, kimisi için hiçbiri. Sadece bu aralar düşünüyorum ölümü. Onun sırlarla dolu esrarengiz dünyasını. Hayattaki en büyük gizem olduğunu. Nedir peki ölüm? Mutlak yok oluş mu? Boyutlar arası bir transfer mi? Tüm soruların en doğru yanıtına açılan bu düzendeki tek gerçek kapı mı? Nedir bütün bu gizem? 

    İçinde bulunduğumuz, aklı iflas ettiren bu yapıda her saniye binlerce canlı onun gizemli kapısından giriyor; binlerce canlı da yaşam denen varoluşsal karmaşıklığın kapısını aralayıp tüm yaşayanlara merhaba diyor. Bu ayarlanmış devirdaim sürekli çalışıyor. Çoğu zaman hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor insan denen canlı. Düşünmüyor. Çevresine bakıp neden diye sorgulamıyor. İçine doğduğu çağa ayak uydurmak için elinden geleni yapıyor. Bütün bu sert, kırıcı çarkların arasında ezilmemek için o çarklara bir dişli de ben olmalıyım diyerek bütün gücünü bu yönde harcıyor. Belki de bir kısmı zorunda bırakılıyor. Halbuki akvaryumdaki balıklardan farkımız yok. Akvaryumu yani algılayabildiğimiz dünyayı tek gerçek sanıyoruz. Çok az insan zincirlerinden kurtulup bütün bu işleyişin dışına kendini (en azından bir süreliğine de olsa) çıkarıp tüm bu dinamizmi gözlemlemeye çalışıyor. Peki sorularının cevabını bulabiliyor mu? Şunu söyleyebilirim ki ne kadar yükselirse o kadar soruların cevabına yaklaşıyor. (Ancak gülün dikeni misâli fazla yükselmişse kişi, belirli bir yükseklikte kaldıktan sonra tekrar aşağılara inip bu dinamizme ayak uydurmakta zorlanabiliyor)

    Cevaba yaklaştıkça içini hayranlıkla karışık bir korku, bir ürperme kaplıyor. Cevap aslında görebilen gözlere tüm çıplaklığıyla kendisini gösteriyor. Daha geniş perspektiflerden bakabilmek, büyük resmi görmeye çalışabilmek. Fakat değil büyük resmi görmek; inanın çoğunluk bir resim olduğunu farkında bile değil. Büyük resmi görmeliyiz. Doğadan, evrenden, toplumdan, bireyden, Mikroplazma cinsi bakterilerden tutun da Dünyamızın ve Güneş sistemimizin içinde bulunduğu Samanyolu galaksisini de kapsayan Laniakea Süper Kümesi ve bunun gibi nice olgudan eklektik bir biçimde sonuç çıkarmaya çalışmalı, düşünmeli, en önemlisi de büyük resmi, verilmek istenen mesajı görebilmeliyiz.

    Yazıma son verirken edebiyatımızın iki büyük şâirinden birer alıntı yapmak istiyorum.

   Âvâzeyi âleme Dâvûd gibi sal
   Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.

   Bâkî


   Biz unuturuz başka
   Ölümler arada, hatırlatır.
   Dünyanın malını toplasak da
   Bu dünyanın sonu vardır.

   Bahçet Necatigil (Arada şiirinden)


22 Ekim 2019 Salı

KARMAŞA

   Bir hüzün olmalı insanda. Bazen yaşamaktan da utanmalı. Tüm bu çiğliğin içindeyken ne işim var burada, ne yapıyorum, ben neyim diye iç geçirmekten göz kapakları ağırlaşarak yavaş yavaş uzanmalı sessizliğe.

    Sessizlikten ne anlıyoruz peki? Mutlak yokluk mu? Belki. Ya da seni yaşamaktan utandıran tüm o gereksiz bütünlüğün yokluğu mu? Ona da belki. En başta dediğim hüzne gelirsek. Belki de ruhumuzu olgunlaştıran bir olgudur hüzün. İçimizde bizi bize tanıtan büyük bir aynadır. Aynalar hakkında ne düşünürsünüz? 

    Aynalara bakabilmek de önemlidir değil mi? Aynalarda kendi aksimizi görürüz genelde. Ya da öyle sanırız. Peki ya bütün bu hengamenin bizdeki yansımasını görüyorsak? Olamaz mı? Bir hengame ki ne desem boş, ne desem sonsuzlukta savrulurcasına uçuşacak gibi. Nereden tutsam, nereden tutunsam? Tutunamamak bir kader midir yoksa bir seçim mi? 
    
    Peki ya düşmek...

14 Eylül 2019 Cumartesi

ZAMAN DENEN GİZEMLİ SÜREÇ

   Zamanı nasıl anlamlandırır insan bilemiyorum. Herkesin farklı bir bakışı vardır zamana. Kimi geçmesi için büyük çabalar sarfederken kimi durması için yalvarır. Kimi geçmişe dönmek ister kimi bir an önce geleceğe uzanmak. Peki nedir zamanı bu denli hayatımızın merkezinde kılan? 

    Aslında hayatın kendisidir. Hayat bir bedense zaman da o bedenin iskeletidir. Hayatı oluşturan yegâne gerçekliktir. Ben de zamana takık biriyim. Tıpkı edebiyatımızın köşetaşlarından Ahmet Hamdi Tanpınar gibi. Yazılarımı takip ediyorsanız düşünme eylemine ne kadar sıkı sıkıya bağlı olduğumu farketmişsinizdir. İşte bu eylemi uyguladığım kavramların en önde gelenlerinden bir tanesi zaman kavramıdır. Zaman nedir? Zamanı yaşayışımız, hissedişimiz değişkenlik gösterir mi? Acaba hepimiz zamanın içindeki birer illüzyondan mı ibaretiz? 

    Zamanın bana göre en önemli özelliklerinden bir tanesi göreceli olmasıdır. Bununla ilgili hepinizin bildiği gibi başta XX. yüzyılın en önemli bilim insanlarından Albert Einstein olmak üzere çeşitli fizikçilerin araştırmaları söz konusu. Burada elbette işin fiziki boyutundan ziyâde felsefî boyutuyla ilgilenmek istiyorum. Hangimiz hissetmedik zamanın göreceliliğini? Zaman geldi çok hızlı geçen zamanı yavaşlatmak istedik çünkü o an çok mutluyduk fakat zaman o an tam tersi daha da hızlandı ya da biz öyle hissettik. Zaman geldi daha hızlı geçmesi için neler yapmadık ama o zaman da tam tersi yavaşladığını bize hissettirdi bu güçlü olgu. Çünkü o an mutsuz bir anımızdı. Belki de çok mutluyken içinde bulunduğumuz zamanı farkına varmayacak biçimde algılarımızı kapatıyoruzdur ve bir tek mutlu olduğumuz ana yönlendiriyoruzdur. Bu sayede de zamanın geçişini algılamıyor olabiliriz. Bu da bize zamanın hızlı geçtiğini hissettirebilir. Diğer durumda da tam tersi tüm algılarımız tamamen açık olduğu için zaman bize adeta işkence çektirircesine geçmiyor gibi görünebilir. 

    Ancak bu hisler bende çok değişik etkiler bırakıyor. Nasıl olabiliyor? Doğuyoruz büyüyoruz ve ölüyoruz. Zamanın en büyük tanıkları elbette fotoğraflar. Hatta buna videoları da ekleyebiliriz. Çok detaylıca irdelersek elbette tüm arkeolojik eserleri, jeolojik maddeleri ya da şöyle söyleyeyim; zamana tanıklık eden tüm materyalleri de bu tanıklık sıfatına ekleyebiliriz. Fakat ben burada insanın ömrünü odak noktama aldığım için bu ömür sürecini de en iyi yansıtan objeler fotoğraflar ve videolar olduğundan mütevellit sadece onları tanık olarak aldım. Bu fotoğraflara bakarken hep aklımdan geçen şu idi: Bu nasıl bir güç? En küçük bebeği ak sakallı bir dedeye yahut ak saçlı bir nineye çevirebiliyor. 

    Aslında zaman sadece bu gücün kullandığı bir süreç. Güç ise pekala hem makro evrende hem mikro evrende kendini gösteriyor. Biraz düşünen bir bireyin bu güç karşısında hayranlıkla karışık bir ürperti duymaması mümkün değil.
   
    Yazımı Fransız filozof Voltaire'in şu güzel tespitiyle bitirmek istiyorum: ''Zaman, büyüklüğü ile sonsuzluğa kadar uzanır; küçüklüğü ile sonsuz parçalara bölünebilir.''

1 Eylül 2019 Pazar

DÜŞÜNEBİLİYORUM ÖYLEYSE DÜŞÜNMELİYİM

   Yine düşünüyorum şu sıralar. İnsanı, insanın bâtınını, zâhirini. İnsanın içinde yaşadığı toplumu. Karşılıklı olarak toplumların şekillendirdiği kültürleri, kültürlerin şekillendirdiği toplumları ve bu iki olgunun etkilediği insanları.

    Doğayı, kâinatı. Bir karıncayı mesela. Bir arıyı. Arının yolunu bekleyen çiçeği. Çiçeklerin kokusunu, var olmanın anlamını, içinde barındırdığı tüm gizemi. Düşünüyorum gaflet içindeki onlarca ruhu. Sonra kendimi düşünüyorum. Nereden gelip nereye gittiğimi. Düşünmeyi de düşünüyorum. Düşünmenin altında yatan sırrı. Çağımızı düşünüyorum mesela. Çağın getirdiği değerleri. Çağın değerleriyle insani değerlerin uyumunu. 

    Bu çağın insanını düşünüyorum. Umursamazlığını, yozluğunu, anlamsızlığını. Dediğim gibi gaflet olgusunu düşünüyorum. 

    Ne kadar acı bir gerçek olduğunu...

29 Ağustos 2019 Perşembe

TOPLUMUN İÇİNDEKİ BİREY BİREYİN İÇİNDEKİ TOPLUM

   İnsanların hayata bakışı nasıldır? Hayatı bir odanın tam ortasında duran bir obje olarak ele alalım. Kimi objenin sağ tarafındadır kimi sol. Kimi bu objeyi odanın arka tarafından gözleriyle takip etmeyi yeğlerken kimi odanın ön tarafından bakmayı tercih eder objeye. Yani hayata. Bu bakış açıları aslında hepimizin sahip olduğu hayat ile ilgili felsefelerimizi de yansıtır. 
   
    Her bireyin bir felsefesi vardır bunu farkında olsa da olmasa da. Bilgi arttıkça mutluluk azalır derler. Bilgiyi aramamak da özünde bir felsefedir. Kendine çizdiği bir dünyada mutlu olma felsefesi olarak ele alınabilir. Şahsi görüşüme göre bilgiyi aramamak yalancı bir düzlemde durmaktır. En kötü boşluk bütün yalancı düzlemlerden yeğdir. İlk önermenin tersine bilgiyi aramak da bir felsefedir. Yani doğruyu aramak da bir felsefedir yanlışlarla mutlu olmaya çalışmak da. Her bireyin bu konudaki çıkarımı farklıdır. Dediğim gibi bireyler farkında olmasa da hatta felsefenin f'sinden anlamam ben anlayışında olsalar da bilinçaltlarında yatan bir felsefe vardır. 

    Toplumların da felsefeleri vardır. Bireyden tamamen ayrı düşünülemese bile toplumların felsefeleri bireylerin felsefelerini kendi içinde eritip yok edebilir. Üzerine katman katman yığılıp kendi içinde kilitleyebilir. Birey açısından düşünüldüğünde bu acı bir şeydir. Eğer bireyin hayat felsefesi, içinde bulunduğu toplumun felsefesine uymuyorsa birey azap içinde kalır. Çıkış yolu arar. Yolu bulamazsa son kaçınılmazdır. Bazen tamamen pragmatist hatta oportünist bir yaklaşım sergiler ki toplumun çoğu bu anlayışı benimser.

    Bazen de felsefesinin arkasından gider. Toplumun gözünde ölüdür. Zaman zaman toplum bireyi öldürebilir. Bireyi kilitler kendi içinde eritir. Toplumun bireyi öldürebildiği gibi nadiren de olsa birey de toplumu öldürebilir. 
   
    Belirttiğim gibi ikinci çıkarım çok nadir görülür. Ancak bireyin toplumu öldürebildiği bir benliği varsa kişinin, kişi artık felsefenin, hayatın daha derin boyutlarına ulaşmıştır.

     Onun ulaştığı yerler tenhadır. Pek kimse bulunmaz. Zira o da pek kimseyi istemez. 

    Artık en iyi arkadaşı düşünmektir. 

27 Ağustos 2019 Salı

KÖKLERDEN GÖKLERE


   Bir ağaç olası geliyor insanın bazen. Kök salmak toprağının en derinine. Gölgesinde barındırmak diğer tüm canlıları. Zaman zaman meyve vermek, faydalandırmak. Bu şekilde dengenin bir parçası olmak.

    Kök salarak, sağlamlaşarak, sağlamlaştırmak hem köklerini hem toprağını. Köklerin aracılığıyla sunmak tüm fikirlerini hem toprağa hem yapraklarının umarsızca ulaşmaya çalıştığı gökyüzüne. Tüm aydınlığın yanında minik bir ışık da olsa senden süzülen bir ışık daha katmak aydınlığın ve karanlığın amansızca düğümlendiği hayata. 

    Karanlığın karartılmış nice yüzlerini elinden ne kadar geliyorsa aydınlatmaya çalışmak bazen boş bir çaba şeklinde düşünülebilir. Fakat hayır inanın ki boş değildir. Dallarınızdan sunduğunuz küçük bir çiçek dahi baharın müjdecisi olabilir. İnsan denen, çelik dünya zincirinin bir parçası olan varlık, toprağından güç almazsa kökü olmayan çürük bir ağaç gibi devrilir. Ne çiçek açabilir ne meyve verebilir. Ne de gökyüzüne ulaşmaya çalışan asi dalları olabilir. 

    Değerlenmek için, aydınlatmak için denge kuralım. Kök salarak gökyüzüne doğru uzayalım. Her gelenin bir öncekinden güzel olduğu nice baharlar müjdeleyelim.

HAYAT NEDİR?


   Amansız bir mücadele midir hayat? Yoksa ona mücadele sıfatını yükleyenler biz insanlar mıyız? 

    Hayat denilen olgular yığınını anlamlandırmaya çalışan nice filozoflar gelip geçti dünyadan. Zaman geldi Tanrı kelâmı oldu her şeyin yegâne anlamı insanlar için. Zaman geldi sonsuz bir boşluk gördü insan doğada. Hayat... Neden sorusunun, üzerine en çok sorulduğu kavramlardan bir tanesi.

    Bilemediğimiz bir labirente benzetiyorum hayatı. Bizler de labirentin içindeki fareleriz. Yeri geliyor yolumuzu bulamıyoruz, yeri geliyor birbirimizle didişmekten önümüzü göremiyoruz hatta yeri geliyor bir diğerinin yolu bulamaması için amansızca mücadele ediyoruz. Evet biz insanlar. Kendini hayatın merkezinde sayan zavallı, kibirli, çiğ varlıklar. İnsan… Kimi zaman literal anlamda ben Tanrıyım diyen kimi zaman bu anlamdan bağımsız şekilde kendini Tanrı olarak gören insan. 

    Biraz derinlemesine düşünürseniz tüm bu karmaşa içinde yolunuzu kaybetmeniz işten bile değildir. Yolunuzu kaybetmeniz de yetmez, sorular alabildiğine beyninizi kemirir. Soruların üzerine düşünüp düşündüğünüzün üzerine yeni sorular sormaya başlarsınız. İnsan nedir? Hakimiyeti her zaman elinde tutmaya çalışan bencil varlık mı? Yoksa kendi canını yok sayıp iyilik uğruna kendini hebâ edebilecek erdemde bir varlık mı? 

    Her iki seçenek de toplumda mevcuttur. Her ikisi de mevcut olan bu yığın akıl kıvrımlarımı eritirken kalan son gücümle yine de sorular sormaya çalışıyorum. Soruların üzerine düşünüyorum. Tekrar başladığımız yere gelirsek… 

    Hayat. Hayat da bütün bu hengâmenin gösteri sahnesi. Ancak o gösteriden çıkarılması gereken öz iyilik ve sevgi.