1 Ağustos 2020 Cumartesi

PENCERE

    Kulağına eskimiş pencerenin açılıp kapanırken keman gıcırtısına benzer, yürek burkan, iç kemiren tıkırtısı gelmeye başlamıştı gene. Demek ki rüzgar çıktı diye düşündü. 
    
    Severdi rüzgarı. Rüzgarda uçuşan uzun, bakımsız saçları kalbindeki dağınıklığı hatırlatıyordu ona. Dağınıktı, dağılmıştı. Toparlayamıyordu parçalarını. Kırıktı. Küskündü. 
    
    Kalktı, pencereye doğru yürüdü. Dışarı baktı. Uçuşan ağaç yapraklarını seyretti, iç geçirdi. İçeri girdi. Uyanmıştı. 
    
    Kahve yapmalıydı. En iyi dostu gibi olan bir fincan kahve ona her şeyi unuttururdu. Mutfağa geçti, iki fincan kahve hazırladı. Doldurup pencereye geri döndü. Sallanan sandalyesine oturdu. Bir yandan kahvesini yudumlarken bir yandan da ağaç yapraklarını seyretmeye devam etti. 
    
    Nasıl da sallanıyorlardı. Rüzgarın yönüne doğru uçuşuyorlardı. Kimi taptaze bir yaprakken rüzgarın şiddetinden kopuyor savruluyordu. Kimi zaten solmuş, kahverengi cansız bir parçaya dönüşmüş;  uçuşuyordu. 
    
    Hayat da böyle değil miydi? Rüzgarın şiddeti kimini taptaze bir yaprakken koparır kimini de bir sonbahar metaforu haline getirirdi. 
    
    Düşündü... Ağacı, yaprakları, kökleri düşündü. Rüzgarı düşündü. Pencerenin tıkırtısı çoğalmıştı. Rüzgar şiddetlenmiş olacak ki bu tıkırtı zangırdamaya dönüştü. 
    
    Kalktı, perdeyi örttü. En iyisi biraz daha uzanayım dedi. Uzandı. Gözleri ağırlaşmaya başladı. Vücudu titrerken gözünün önüne demin seyrettiği ağacın hayali geldi. Kopan yaprakları hatırladı Şiddetlenen zangırdama sesi kendini ince bir tıkırtıya, ardından hafif bir gıcırtıya bıraktı. Derken sustu... 
    
    Rüzgar durmuştu.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder